28 Şubat 2009 Cumartesi

Kızılderili Astrolojisine Göre Wapiti Burcu



Sembolik Dönem: Karlı Günler

Bitki: Karaçam

Maden: Obsidiyen

Koruyucu Ruhu:Mudjekeewis

Renk: Siyah

Kabilesi: Fırtına Kartalı Kabilesi

Uygun Eş:

GeyikTarih:22 kasim/21 aralik


Karlı Günler Döneminde dünyaya gelen insanların hayvanlar dünyasındaki totemi wapiti, bitkiler alemindeki totemi karaçam ve madenler alemindeki totemi ise, obsidiyen taşıdır. Uğurlu rengi siyah, kabileleri ise Fırtına Kartalıdır.Volkan camı olarak da bilinen obsidiyen, süs eşyalarında yoğun olarak kullanılmıştır. Obsidiyenin temel maddesi toprağın bağrında yattığı için bu taşın, insanları toprak enerjisine bağlayan bir güç taşıdığına, bu güce saygı duymayı ve yararlanmayı öğrettiğine inanılırdı.Wapiti insanı da taşı gibi parlak, saydam yapılı bir kişidir. Temel özelliklerini iyi geliştirip, eğitmişse, tüm varlığını kaplayan bir pırıltı kazanır. Çevresindekiler, iç dünyasını gösterebilir, ama bunu istediği ölçüde yapar. Wapiti burcu, taşı gibi, yeni bir işe, yeni bir duruma alışmakta zorluk çeker, ancak alıştıktan sonra kararlılık gösterir. İçinde sürekli olarak bir ikilik taşıdığı için, yaşamı boyunca bıçak sırtında da yürüyebilir.Wapiti insanının iç dünyası berraklığa kavuşmuşsa, çevresi için bir ayna, bir yansıtıcı olur. Böyle bir noktaya ulaştığı zaman, karşısındakinin ruhsal durumunu yansıtarak ortaya çıkarır, sorunlarını çözmesine yardımcı olur.Bu burcun bitkiler dünyasındaki totemi karaçamdır. Karaçam filizleri gıda olarak kullanılırken, ağacın kendisi özellikle solunum sistemi hastalıkları için çok faydalıdır.Wapiti insanı kendine verilen olanakları, verileri kullanıp ve dengelerse, karaçam gibi görkemli olabileceğini yine karaçamdan öğrenebilir. Bu insan ağacı gibi, yumuşak ama güçlüdür. Bu içsel güç, hep doğru yola yönelebilmekten, başkalarını da kendileri için yararlı olana yöneltmekten gelir. Wapiti insanı doğuştan sahip olduğu adalet duygusuyla, her durumda gördüğü haksızlıklara karşı çıkar. Güçlü içgüdüleriyle başkalarının da yüreğini okuyabilir, ruhsal düğümlerini çözme konusunda yardımcı olabilir.Bu burcun uğurlu rengi yeryüzünü örten gecenin siyahıdır. Gece biçimlerin silindiği, günün hareketli yaşantısının yerini düşünceye bıraktığı zamandır. Gecenin siyahı, her şeyi yeniden doğurabilecek, her şeyi gizleyen ve örten siyahtır. Bu siyah sayesinde Wapiti içgüdülerinin ve varlığının derinliklerinden gelen bilgileri yüzeye çıkararak, yaşamına yön verebilir.Wapiti burcunun hayvanlar dünyasındaki totemi, sadece Kuzey Amerika'da yaşayan, çok iri boynuzlarıyla ünlü, gelişkin ve iri bir Geyik olan wapitidir.Wapitiler, ormanlarda, vadilerde ve yaylalarda yaşarlar. Birbirlerine karşı güven ve sorumluluk duygusu taşıyan bu hayvanlar, gruplar halinde yaşar.Wapiti burcundan olan insan da totemi gibi, soylu bir izlenim yaratır. Gururlu ve dik bir duruşu, dengesi yerindeyse, saygı ve sevgi uyandıran havası vardır. Kendi içine dönük olduğu, okuduğu, duyduğu, yaşadığı şeyleri özümseyebildiği için, genellikle dış görünüşü, öğrencilerini etkileyen iyi bir öğretmen gibidir. Wapiti insanı bu çekiciliğinden yararlanarak, önce insanları kendisine bağlar, sonra da bilgilerini büyük bir cömertlikle onlara aktarır.Wapiti hem kuramsal olarak, hem de uygulamada sağlam bir adalet duygusuna sahiptir ve kendisine haksız gelen hiç bir şeye tahammülü yoktur. Haksızlıkla karşılaştığı zaman, yüksek sesle duyurarak, haksızlığın üstesinden gelmeye çalışır. Bu çağrı genellikle herkesin iyiliği içindir.Wapiti insanı gerekli gördüğü zaman başkasının yönetimine girebilse de, aslında çok güçlü bir bağımsızlık duygusuna sahiptir. Bazen de kendi düşüncelerine dönerek, çevresiyle olan bağlarını adeta koparır. Varlığının derinliklerini gizlemekten hoşlandığı için, gerçekten açılmasını gerektirecek yakın ilişkiler kurmaktan kaçabilir.Wapiti insanı Fırtına Kartalı Kabilesinin diğer üyeleri olan Aladoğan ve Mersinbalığı bireyleriyle büyük bir uyum içindedirler. Kelebek Kabilesinden Susamuru ve Karga da iyi ilişki kurabildikleri burçlardır. Wapiti, Kelebek Kabilesinden Geyik ile muhteşem bir bütünleşme yaşar.

14 Şubat 2009 Cumartesi

80'li yıllarda çocuk olmak...



1980li yıllarda hayatının ilk tecrübelerini yaşamış, ilkokula gitmiş,Kenan Evren´i, Erdal İnönü´yü, Özal'ı tanımış olmak,Ajda Pekkan´ın Alo, Michael Jackson´ın Pepsi reklamlarını hatırlayacak kadar şanslıolmak demek.
Big in Japan, The Final Countdown, Eye of The Tiger demek.
İcraatın içinden demek, "Semra koy bir kaset de neşemizi bulalım" demek.
Köprü demek, ödediğiniz her kuruş verginin yol, su, elektrik olarak size geri dönmesi demek
Voltran Voltran Voltran demek , depozito toplamak adına kola şişesi biriktirmek demek , Adile Naşit`ten masal dinlemek demek.
Debbie Gibson, tiffany, Jason Danovan, Sandra, Modern Talking. vb. dinliyor olmak...
Comanchero´nun ve life is life'ın sözlerini ezberlemeye çalışmak demek...
Michael Jackson, Madonna, Samantha Fox demekKorhan Abay, Cenk Koray, Metin Milli, Ersen ve Dadaşlar demek.
Clementine, He-man, She ra, Transformers demek.
Okula siyah önlükle gitmek demek.
Kayahan, Nilüfer, Sezen Aksu, Barış Manço ile büyümek demek.
İhtilal çocuğu demek, Köle İzaura demek, Ziyaretçiler demek!!!!Acidçi misin metalci mi demek...
Moruk demek,Herild yani demek,Hey corc versene borc demek,olmaz maykil bende de yok cevabını işitmek demek,geriye dönüp baktıkça iç geçirmek demek...
Yüzyıl içindeki en iyi, en kıyak kuşak. Hem eski hem yeni olmak demek.
Biraz gözü açık bir 80'li, yüz yıllık nesil kültürünü bir porsiyonda almış demektir.edi mörfiiiiiii huuuuuuuuuuuuuu şörli makleeyynn yeeeeeee diye bağırıpen az bir technotronic kasetine sahip olmak demek.
Mahalle çeşmelerinden su içmek, bayramları iple çekmek, cumhurbaşkanı denince Kenan Evren'i hatırlamak demek
Koltuk altında topla okul bahçesine yalnız giderken "nasılsa oynıycak birileri vardır" diyebilmek demekEti kemik geçiyor demek;
Evden çıkmayan bilgisayar bebeleri haline gelmeden çocukluğunu yaşayabilmiş,son dönemin bir üyesi olmak,Ne sorusuna zonk cevabı vermekten zevk duymak, büyüteç ile kağıt yakmak ve siyah kağıtların beyaza oranla daha kolay yandığını keşfetmek, 9 voltluk pile dilinle dokunup o ekşi anı yaşamak,Televizyon konserlerini teybe çekerken odaya giren anneyi hemen susturmak, 23 nisan çocuk şenliğinde gelen yabancı çocuklara 5 dakikada aşık olmak demek
Son dersin son 5 dakikasında parkeleri giyip zilin çalmasını beklemek, hurraa kapıya doluşmak, dışarıya pestil olarak çıkmak demek, sinek ilacı arabalarının arkasında bıraktığı bulutta deli gibi dolaşmak demek.
Kutu kolayı açtıktan sonra kapağını çekip çıkarıp atmak demek
Tipe bak demek,Fon müziği Laura Brannigan'dan Self Control olan günler.
Bakkala gitmenin, sokakta oynamanın, harçlık toplamanın geçerli sayıldığı,Havuç´un olmadığı yıllar demek...
her şeye rağmen temiz ve el değmemiş bir hayat demek...
Sonrasında biz büyüdük ve kirlendi dünya demek.
Pazar akşamları mecburen yıkanmak ve erken yatmak demekSesi açıp kısmak için televizyonun dibine kadar gidip üstündeki düğmelere basmak zorunda olmak demek
Şehirlerarası yolculuklara çıkarken otobüsün 302s olması için dua etmek. Bilet alırken arka kapının önü ve tekerlek üstü olmasın demek.
Resimli futbolcu kartları demek, süper babaanne demek, fantayla kolayı karıştırmak demek, mahalle kavramı demek.
Çavuşevsku ve karısının kurşuna dizilişini TV'den seyretmek demek, o görüntülerin yıllar sonra bile kafadan hala çıkmamış olması demek.
Anket ve hatıra defterlerinin olması bunlara seviyorum ama kimi diye başlayan maniler yazmak,önünde tek arkasında 2 çizgi olan külotlu çorapların havada sallanarak giydirilmesi, içinde biri sabunlu iki ıslak bez olan mustili beslenme çantası, dantel yaka, yenen kokulu silgi, leblebi tozu çekerken atlatılan ölüm tehlikeleri, hulohop, ayak bileğine takılarak çevrilen top, sek sek oynamak, bayramda mahalleye dağılıp şeker toplamak, müsaitseniz annemler size gelecek demek.
TRT´nin yayın akışının bitmesiyle çalan İstiklal Marşı için ayağa kalkıp, marşı hazır olda bangır bangır söylemek ve marşın bitiminden sonra çıkan tiz "biiiiiiiiiiiiip"sesine rağmen televizyonu kapatmamak demek.
Zerrin Özer demek. Nasıl da geçmişti bütün bir yaz demek.Bu şarkıya kafanda klip çekmek demek.
Annelerin Çernobil yüzünden çay içirmemesi, gofret yedirmemesi demek..Challenger'ın olduğu günkü haberleri hatırlamak demek..
PKK saldırılarında her gün mutlaka birilerinin öldüğünü duymak ama anlamamak demek.
Veronica Castro'yu güzel zannetmek demek.Kenan Evreni Atatürk zannetmek demek.
Yazlık diskolarda içeri alınmamak demek, bunun için ağlamak ve içeride- her nedense- You are in the army now- şarkısında sarmaş dolaş dans eden abi ve ablalara bakıp özenmek demek
Gorbaçov´un kafasındaki kırmızılığın ne olduğunu merak etmek, anneye "Zeki Müren´e teyze mi diyim amca mı diyim" diye sormak,
Kenan evren´in cumhurbaşkanlığı görevinden ayrılırken Çankaya köşkü basamaklarından yavaş yavaş inip sekreteriyle vedalaşmasını hatırlamak."Hayat Bilgisi" kitabında Kenan Evren´in resmi olması, her yere modern cami inşa etme furyasına anlam verememek, batman ve Şirnak´ın henüz il olmadığı günleri hatırlamak,
Özal'ın çenesinin enteresan yapısına anlam veremeyip, "acaba benim çenem de ilerde böyle olur mu" kaygısıyla aynaya bakmak demek..
.breyk breyk arkadaş arıyorum demekEve lazım olur diye fazlaca pul almak demekho ho ho hoover demek
Zeki Müren'in size alo diyoruuuum demesi demekİlkokulda Halley, Petrol ve Komancero şarkılarını uydurma sözlerle söyleyerek dans eden Tolga Han özentisi sefil dans grupları kurmak okul sonrasında ise her gün koşturarak eve gidip; bu toprağın sesi programında kımıl zararlısı ile mücadele yöntemleri, orman köylüsünün sorunları ve yüksek randımanlı durum bugdayı türleri ile ilgili verilen faydalı bilgilerin ardından Kamber ağa ile uyanık skeçlerini büyük bir ilgi ile izlemek demek küçük yaşta bilinçli bir çiftçi kadar ziraat bilgisine sahip olmak demek
sinemalarda the Lord of the rings, Harry Potter vs. izlemek yerine Jules Verne romanları okumakla geçirilen bir çocukluk demek
Aldım çantamı kolumaaa,çıktım Dallas yoluna,ben Babi´yi beklerkenCeyar girdi kolumaşarkısını dansıyla birlikte bilmek demek.
Kimler geliyo kimler?sana ne, sana ne?Ama bunu söylemenize gerek yok ki,ben yapınca alışverişi, zaten alıyorum satış fişi replikleri barındıran Ali-Ayşegül Atik reklamı ve bakkal amca, bir pergel, bir kalem, bir de çikolata alacağım.
Erooooolll, Eroooolll (mahallede çocuklardan biri) buraya gelin dedim size buraya !fişini de al oğlum´daki Meşhur Erol,hadi hep birlikte, hep birlikte,biz biz olalımyemeklerden önceeee,lavaboya koşalım,hafta da bir kere tırnakları keselim,fırçalayıp onları tertemiz olalım diye şarkılar ezberleyen bir nesil olmak
İcraatın içinden izleyip Özal´ın kalemine bakıp hipnotize olmaya çalışmak
Videocudan American Ninja, Kartal, Kan Sporu ve Evil Dead gibi filmlerikiralamak demek
Analogtan dijitale geçiş devrini yaşamış birey olduğunu anlamak ve ikisinden de farklı zevkler aldığının farkına varmak demek
Çok güzel bir ülkenin son yıllarını hayal meyal hatırlamak, sonra da çivisinin çıkışını görerek büyümek demek
Hava durumlarının eksi değil de "sıfırın altında bilmem kaç" denildiğini bilmek demek
Apartmanın çatısına 5 metrelik anten takıp üstüne de tencere kapağı bağlayan bir abinin sizi TV önüne oturtması ve çatıdan oldu mu diye bağırıp anteni ayarlamaya çalışması . Yunanistan kanallarını görüntülemek adına .. oldu oldu diye camdan kafayı çıkarıp bağırmak ve kimsenin buna şaşırmaması demek.
Siyah beyaz ve karlı bir görüntü de olsa ..Üstelik Yunanca tek kelime anlamasanız da gündüz vakti çizgi film izlemek için az debelenmemiş olmak demek...
Muhtemelen hayatımız boyunca yaşadığımız en güzel 10 yıl demek...
TRT 1´de oluşan sorunlar sonucu yayına bir süre ara verildiğinde ekrana getirilen donuk ağaç, dağ bayır resmine 10 dakika hareketsiz bakabilmek demek,
Türkiye'de yaşamış son mutlu kuşak olduğunu hüzünle hissetmek demek

12 Şubat 2009 Perşembe

KEDİLERİN ÖZELLİKLERİ...


kedileri diğer hayvanlardan ayıran temel özellikler nelerdir, hiç düşündünüz mü?


Hayvan: Kedi

Alem (kingdom): Hayvanlar Alemi (Animalia)

Phylum: Omurgalı (Chordata)

Sınıf (class): Memeli (Mammalia)

Sıra (order): Etçil (Carnivora)

Aile (family): Felidae


Doğada 35 çeşit vahşi kedi türü vardır. Bunlardan 7 tanesi, yani aslan, kaplan, jaguar, çita ve 3 farklı leopar, "büyük kediler" denilen gruptadır. Geri kalan 28 çeşitse "küçük kediler"i kapsar. Bizim minnoşlar, yani Felis sylvestris catus yaklaşık 4000 yıl önce Afrika vahşi kedisinin Mısırlılar tarafından çoook uzun bir süreçte evcilleştirilmesi sonucu ortaya çıkmışlar; bilmiyorum, bence iyi de çıkmışlar yani evcil kediler şu an bütün kıtalarda bulunurlar. Vahşi kedilerse Antartika, Avustralya ve Madagasgar hariç dünyanın her yerinde bulunabilirler.

Kedilerin uzun, kaslı, esnek vücutları ve yuvarlak kafaları vardır. Kuyruk boyu değişik uzunluklardadır. Bacaklar da aynı şekilde uzun ya da kısa olabilir. Kedilerin ön ayaklarında 5, arka ayaklarındaysa 4 tane parmakları vardır. Her parmakta tırnak bulunur. Kediler istedikleri zaman pençelerindeki tırnakları çıkarabilir, istediklerinde de geri çekebilirler. Patilerindeki yumuşak bölgeler hariç (hani yürüdüklerinde iz bırakan yerler), kedinin tüm ayakları tüyle kaplıdır. Bu, kedinin sessiz bir şekilde avlanabilmesini sağlar. Kedilerin koku, duyma ve görme duyuları oldukça keskindir. Ayrıca ayaklarındaki, ağız kenarlarındaki ve gözlerinin üstündeki bıyıklar, kedilerin hareket etmesine ve geceleri avlanabilmesine yardımcı olur.
Boyutlar dışında ‘küçük kedi’ ve ‘büyük kedi’ türleri arasındaki en büyük fark, çıkardıkları seslerdir. Büyük kediler boğaz, dil ve ağızlarındaki farklı yapılardan dolayı kükreyebilirler ama purr’layamazlar (hani kediler mutlu olduklarında karınlarından bir yerlerden bir ses çıkarırlar ya, işte ona purr deniyor). Buna 2 istisna ‘Clouded Leopar’ ve ‘Snow Leopar’ denilen 2 büyük kedi türüdür; bu kediler kükreyemezler, ama küçük kediler gibi purr’larlar.

Kediler etçil hayvanlardır; yani köpekler ya da ineklerin aksine, kedilerin temel besin maddesi et olmalıdır (Köpekler bizler gibi omnivore yani hem etçil hem de otçuldurlar. İneklerse otçul hayvanlardır). Etçil olmasının altında yatan şey, kedinin sağlıklı yaşayabilmesi için gerekli bazı besin maddelerinin sadece ette bulunması ve kedilerin bu gerekli maddeleri bitkilerden karşılayamamaları ya da kendi vücutlarında üretememeleridir. Etçil olmalarından dolayı kedilerin güçlü çene yapıları ve ağızlarında 30 keskin dişleri vardır.

ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ


Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar..

İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri..

Tabii zaman lazımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığamaz ve anlar ki su'ya aşık olmustur...

İlk kez aşık olan çiçek etrafa kokular saçar, "sırf senin için ey su " diye.

Öyle zaman gelir ki artık su da içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır.

Zanneder ki çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.


Günler ve aylar birbirlerini kovalar ve çiçek acaba 'su beni seviyor mu?' diye düşünmeye başlar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle....

Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz çiçek suya 'seni seviyorum' der.

Su ' ben de seni seviyorum ' der.

Aradan zaman geçer ve çiçek yine ' seni seviyorum' der.

Su yine 'ben de' der..çicek sabırlıdır..bekler bekler..bekler...

Artık öyle bir duruma gelirki çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya 'sen seviyorum' der su da ona ' söyledim ya ben de seni seviyorum' der.

Ve gün gelir çiçek yataklara düser...

Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş çehresi sararmıştır çiçeğin.

Yataklardadır artık çiçek...

Su da başında bekler çiçeğin yardımcı olmak için sevdiğine...

Bellidir ki artık çicek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek suya derki 'seni ben gerçekten seviyorum... ' çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak doktor çağırır nedir sorun diye...

doktor gelir muayene eder çiçeği.

Sonra şöyle der doktor 'hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir sey gelmez' su merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktoro doktor şöyle bi bakar suya ve der ki' çiçeğin bir hastalığı yok dostum...

bu çiçek sadece susuz kalmış ölümü onun için' der...

Ve anlamıştır su, sevgiliye sadece "seni seviyorum" demek yetmemektedir...



PAPATYA VE KELEBEK...


Günlerden birgün küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış.

Doğal içgüd ile hemen beslenmeye başlamış.

Ne bulursa yemiş bir süre sonra yeterince büyüdüğünde kendine güvenli bir yer bulup bir koza örmeye başlamış.


Bu kozanın içinde geçirdiği uzun sürenin sonunda rengarek kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek uçabiliyor olmanın verdiği mutlulukla uçmaya başlamış.

Dağlar tepeler aşmış ormanın her yerini dolaşmış derken vadiye gelmiş.

Rengarek çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.

Etrafına şaşkın şaşkın bakarken vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş

.Bir anda afallamış ne düşüneceğini ne yapacağını bilememiş.

Ne muhteşem bir çiçek diye geçirmiş içinden,

vakit kaybetmeden yüzlerce renkli hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca papatyanın yanında almış soluğu.

-Merhaba papatya,sizi uzaktan gördüm ve yanınıza gelmek istedim.

Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna

-Merhaba demiş.

Bende zaten yanlızlıktan sıkılmıştım zaten.

Ve konuşmaya başlamışlar.

Kelebek ona hayat hikayesini nerede dünyaya geldiğini geçtiği ormanı tepeleri anlatmış.

Papatyada ona kendinden bahsetmiş

.Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar

.Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler.

Gündüz olunca kelebek kanatları ile papatyayı güneşin yakıcı ışınlarından korumuş.

Minik kelebek papatyayı çok sevmişti.

O kadar çok sevmişti ki bir türlü onun yanından ayrılmamış, papatyanında onu sevip sevmediğini merak ediyormuş.

Ama cesaret edipte bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü, onu kırmaktan incitmekten kaybetmekten korkmuş

.Papatyada kelebeği çok sevmiş, ama bir türlü oda sevgisini söyleyememiş.

Duygularının karşılığı olmayacağından bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş.

Böylece iki sevgili yan yana ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Saatler saatleri kovalamış.

Günler geçipte kelebek artık zamanı kalmadığını gücünün tükendiğini anlayınca papatyaya dönmüş ve "üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek"demiş.

Papatya buna bir anlam verememiş.

"Neden"demiş."Yoksa yanımda mutsızmusun?""

Hayır" demiş kelebek"

Bilakis sen benim hayatıma anlam kattın fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür.

Vebende ömrümü tamamladım.

Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim.''

Papatya bu duruma çok üzülmüş.

Ama yapacak birşey yokmuş zaten kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde son bir gayretle papatyaya "Seni Seviyorum" diyebilmiş ancak.

Papatya donakalmış. Sadece "bende" diyebilmiş kelebeğin arkasından.

Ardındanda gözyaşlarına boğulmuş içinden"keşke onun da beni sevdiğini bilseydim,keşke ona sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.

Papatya sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış.

Bir süre sonra yaprakları önce solmuş, sonra da dökülmeye başlamış.

Her düşen yaprakta papatya içinden "seviyormuş" diye geçirmiş.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar, sevgililerine sormadıklarını hep papatyalara sormuşlar.

Seviyor mu? Sevmiyor mu? diye.....


SEVDİĞİNİZE, SEVGİNİZİ SÖYLEMEKTE GEÇ KALMAYIN...

11 Şubat 2009 Çarşamba

DOĞMAMIŞ BEBEĞE MEKTUP


Hiç ulaşamayacağımı bildiğim halde seviyorum seni, biliyorsun değil mi?

Gecenin karanlığı ne kadar gerçekse, sen o kadar yalansın...

Tıpkı, o siyahlığı yok etmek için yakılmış lambalar gibi, ben de ancak sensizliğimi sahteliklerle sıvayabilirim...

Sen hiç olmayacaksın ki!

Göğsüme bastırdığım bedenin olmayacak meselâ...

Ne ellerin olacak avucumda, ne bunları okuyacak gözlerin...

Ne de üstüne söyleyecek sözlerin...

Saçların olmayacak meselâ...

Kulaklarımda sesin, yüzümde nefesin, olmayacak...

Beni ne kadar çok sevdiğini anlatamayacaksın bana; dilin olmayacak,

Korkup rüyalarında beni çağıramayacaksın yanına; uykuların olmayacak,

Boynuma atlayıp, sarılamayacaksın bana; kolların olmayacak,

Yüzümde gezinip, yanağımı okşayamayacaksın benim; ellerin olmayacak,

Yürüyüp peşimden, gittiğim yerlere gelemeyeceksin benimle; ayakların olmayacak,

Beni hiç öpemeyeceksin meselâ; dudakların olmayacak...

Sen hiç olmayacaksın ki...

Hep bir parça eksik yaşayacağım,

öte yanımda koskoca bir boşluk olarak kalacaksın; hiç dolmayacak.

Oysa; bütün hayatımı sana adayabilirdim.

Adını dua gibi tembihleyebilirdim dilime.

Sadece ve sadece seni sevdiğim için, beni sevdiğin için yaşayabilirdim.

Ama sen, hiç olmayacaksın...

JANE AUSTİN

İngiliz roman yazarı. Dolaysız ve sade anlatımı, sosyal olaylara ironik bakış açısı ve güçlü kadın karakterleriyle, 19.yüzyılda modern roman dilini oluşturmuştur. Gerçek kimliğini gizlemek suretiyle yazın çalışmalarını yayınlamış olan Austen'in birçok romanı "dünya klasikleri" arasına girmeyi başarmış; hatta "Pride and Prejudice" (Gurur ve Önyargı - Aşk ve Gurur olarak da bilinir), "Emma" ve "Sense and Sensibility" gibi en önemli romanları, defalarca film senaryosuna uyarlanarak beyaz perdeye aktarılmıştır. Kitaplarındakine benzer bir ironiyle hayatı boyunca hiç evlenmemiş olan ünlü yazar, en güçlü kadın kahramanlarını zor aşkların girdabına sokması, finalde ise, çiftleri evlendirmesiyle dikkati çekmiştir.

Jane Austen, 16 Aralık 1775'te İngiltere'nin Hampshire kentinde, bir manastır evinde dünyaya gelmiştir. Kilise papazı olan George Austen ile Cassandra (née Leigh) Austen çiftinin sekiz çocuğundan yedincisi ve iki kızından biri olan Jane, 25 yaşına kadar hayatını Hampshire'de sürdürdü. Erkek kardeşlerinden James ve Henry, babalarını örnek alarak ruhban sınıfına dahil oldu. Diğer ağabeylerinden Francis ve Charles ise, denizci olmayı seçtiler. Tek kızkardeşi olan Cassandra ile yakın ilişkileri, sonraları, yazarın eserlerinde etkisini gösterecekti.

Küçük yaşlarda aile içi bir eğlence olması amacıyla yazılar kaleme almaya başlayan Jane'in, düzensiz bir eğitim hayatı oldu. Genellikle evde ders alan yazar, 1783 yılında Oxford'da, sonrasında Southampton'da eğitim aldı. 1785 ve 1786 yılları arasında ise, Berkshire'deki kilise evinin bünyesinde bulunan, bayanların katıldığı bir okula devam etti. Özellikle bu dönemlerde ciddi anlamda yazın çalışmalarına girişti. Austen'in bilinen ilk yazıları, 1787 yılına dayanıyordu. Genellikle gündelik olayların ironisini, basit ve günce tadında, hikayesel bir anlatımla kağıda döktü. Yaşadığı döneme göre, diğer bayanlara kıyasla oldukça donanımlı eğitim almasının da etkisiyle Austen, önceleri bir hobiden ibaret olan yazın çalışmalarını, zamanla bir meslek haline getirdi.

Bu hevesin farkına varan babası, Jane'in rahat çalışabilmesi için gereken tüm ihtiyaçlarını karşılamakla beraber, bir yayımcı bulmak için kızına yardım etti. Ailenin diğer bireyleri de, kaynak bulma, hikayeleri aile içinde sahneleme gibi konularda yardımını esirgemedi. Tüm bu olumlu koşullar altında, ilk romanını 1789 yılında tamamladı. Ancak baba George Austen'in emekliliğinin ardından, 1801'de, Jane'in piyanosu da dahil olmak üzere tüm mal varlıklarını satışa çıkararak Bath'e yerleşen aile, o döneme göre evlenme yaşını neredeyse geçirmiş olan yirmibeşindeki Jane ile yirmisekizindeki Cassandrayı da yanında götürdü. Kendisine birçok konuda ilham kaynağı olan, kaplıcalarıyla ünlü Bath, Jane için birçok romanının altyapısını kurguladığı yer oldu. 1805'te babasının vefat etmesiyle birlikte annesi ve kızkardeşi Cassandra'yla beraber, Southampton'da yaşayan erkek kardeşi Frank'in yanına taşındı. Ailenin bayanları birkaç yılı burada geçirdikten sonra, 1809'da, diğer ağabey Edward'ın yanına, Chawton'a yerleştiler. Burada ailenin diğer bireylerine nazaran daha iyi koşullarda yaşayan Edward, -günümüzde müzeye çevrilmiş olan- yazlık evini annesi ve kardeşlerine tahsis etti.

1816 yılında sağlığıyla ilgili sorun yaşamaya başlayan Jane Austen, ertesi yıl tedavisi için Winchester'a taşındı. Bugün Addison hastalığı olarak bilinen ve tüberkiloza çevirme riskiyle ölüm tehlikesi olan hastalığın, o dönemde nedeni, gelişim süreci ve tedavisi bilinmiyordu. Hastalıkla daha fazla başa çıkamayan 41 yaşındaki Jane Austen, 12 bölümünü yazdığı "Sanditon" adlı kitabını tamamlayamadan, 18 Temmuz 1917'de hayatını kaybetti ve cenazesi Kanada'ya defnedildi (Yazarın hayatını ayrıntılı inceleyerek biyografisini yazmış olan Carol Shields'e göre, ünlü yazarın hastalığı meme kanseriydi).

Evliliklerin, bayanların toplumdaki statülerini belirlediği bir dönemde yaşayan Austen, orta seviyedeki bir taşra ailesine mensuptu. Gündelik hayattan aldığımız zevkin komik bir şekilde sosyal statümüzle alakadar olmasını alaya almıştır. İnce nükteleri, dikkatli anlatımı ve sade diliyle, roman türüne modern bir bakış açısı getirmiştir. Dolayısıyla yaşadığı dönemden günümüze değin popülerliğini yitirmeyen eserlere imzasını atmıştır. Özellikle "Pride and Prejudice", tüm zamanların en sevilen romanları arasında yer almaktadır. Austen ve kızkardeşi Cassandra, hayatları boyunca evlenmemiştir.

9 Şubat 2009 Pazartesi

GİDİYOR MUSUN??..


Gidiyor musun?

Yorgun düşmüş kervanlara katılıp

Ağır ağır

Beni susuz çöllere bırakıp

Yanına gözlerini, gülüşlerini alıp

Gidiyor musun?

O çok sevdiğim bakışların mahzun

Sükutu kaldırmadan dudaklarından

Ellerimden sıyrılıp bir çırpıda

Gerçekten gidiyor musun?

Güneş gidiyor ardın sıra

Bir çiçek soluyor

Sen

Sen gidiyor musun?

Mevsimler değişiyor ansızın

Kuruyor ağaçlarda yapraklar

Deniz dalgalanıyor,

Beni bıraktığın sahilde

Simsiyah oluyor apaydınlık gün

Sen gidiyor musun?

Ardında bıraktığın yollara

Yalnızlık tohumları ekip

Ve beni bahçıvan bırakıp mahsulüne

Dönmemek üzere gidiyor musun?

Beraber ektiğimiz mutluluk tarlamız

Kuruyor sevinç yağmurlarına hasret

Geçen her dakika bir şeyler eksiliyor

Bir şeyler koparıyor yüreğimden

Sen bilmiyorsun

Bir şaka gibi

Bir rüya

Bir yalan

Bir kandırmaca

İçimden gelmiyor gitme demek

Ama bir şeyler eksiliyor

Bir şeyler kopuyor yüreğimden,

Sen bilmiyorsun


08,04,2006

Bir yaz yağmuruna takılıp

Bir deli rüzgara sarılıp

Gidiyor musun?


Ertuğrul Bayam

7 Şubat 2009 Cumartesi


Gidiyor musun diye sorma bana...

Gidiyor musun diye sorma bana.
Gönderen sensin.
Ne terk etmeyi istedim seni,
Ne de daha yaşamadığımız bu aşkı toprağa gömmeyi.
Senin kadar öfkeliyim ben de.
Senin kadar endişeli...

Bir dokunuşunla bin kenti yıkacak güç verirdin bana
Ama inandıramadım seni.
Sen, sorgularken beni kafanda
Ben, gözlerinin içine bakıyordum kuşkuyla.
Bir tek sözün bağlardı beni sana,
Oysa sen hep susmanın koynunda.
Aşkın içine bir kez girdi mi kuşku,
Teslim alır bedenleri de.
Sütten çıkmış ak kaşık değildim
Ama yalanı sokmadım iki kişilik dünyamıza.
O dünya ki bazen minicik bir odada
Bazen kentin ortasında şekillendi.
Nasıl da güzeldi...
Zaten varsın diye her şey güzeldi ama
Sen buna inanmadın. Ah bu sorular...

Yaşamak varken sevdayı delice,
Niye boğarız sorularla?
Nasıl ikna edebilirdim seni?
Ben, aşk dedikçe sen, dur dedin.
Ben, seninleyim dedikçe
Sen, hayır dedin.
Zaten az konuşan sen
Olumsuz ne kadar sözcük varsa
Bulup çıkardın ortaya.
Bense hiç bir şey diyemedim.
Ne kadar zarar vermişim sana meğer.
Nasıl değiştirmişim seni.
Oysa hiç böyle düşünmemiştim.
Kimseye zarar vermek istemem ben.
Kimseyi olduğundan farklı bir hale getirmek istemem.
Ama öyle oldu işte.
Demek ki; gitmelerin zamanı şimdi.

Çocukluğumuza sığınır atlatmaya çalışırız bu acıyı.
Ne sevişmelerimiz kalır aklında, ne sevda sözlerimiz.
Rahat değilim diyordun ya, rahat ol artık.
Gülüşlerini saklaman için bir neden kalmadı.
Tedirginliğinin sebebi de kalktı ortadan.
Biliyor musun bir tanem!
Gidişim yürekten değil, zorunluluktan.
Sanma ki, bu toy sevdayı başka kimliklere taşırım.
Sanma ki, benden sakladığın gülüşleri
yalancı yüzlerde ararım.
Seni de götürürüm yüreğimde.
Her zaman yokluğunu taşırım.

Bulup, bulup kaybettim seni aşkım.
Ne yazık ki, tozduman edemedim kuşkularını.
Ne yazık ki, kalamadın bana.
Öpücüğümün kokusu kalacak yüreğinde,bedeninde...
Kokladıkça; bizi bir yanlışa mahkum ettiğini anlayacaksın.

MUCİZEM...



"Sana mucizeler vaat edemem ama, mucize aratmayacak kadar çok sevebilirim seni" Bir sevda masalı bu... Yazmaya henüz başlamadım... İnsan yaşarken yazamıyor bazı şeyleri, aynı kelimelerin arasında gidip geliyor.... Ne zaman yazmaya kalksam hep aynı cümleler... Onun için, yazmaya başlamadım daha...Ama bu bir masal... Bu bir sevda... Ben seni sevdiğimde, aklım hür bir çocuktu... Ne istersem yapabileceğimi, ol dersem olabileceğini, dünyanın ekseninde ömrümü geçireceğimi sanıyordum... Ben seni sevdiğimde en çok kendimi seviyordum...Şimdiyse, seni... Sana dair ilk cümlem “korkuyorum senden” di... O anki gülüşün hala aklımda... Anlayamayan, hoşuna gitmiş, kafası karışmış bir gülüş... “masalları sever misin?” demiştin bana, sonra da küçük kızının masal kitabından bir masal okumaya başlamıştın... Ben de bu sevda masalını yaşamaya... Masalları severdim, evet... Ama bunu sana söyleyemedim. Korkuyordum senden... Şimdiyse, seni kaybetmekten... Konuşamıyordum, anlatamıyordum, dinleyemiyordum, dizginleyemiyordum duygularımı, içimde deli bir nehir gibi çağlayan aşkı tutamıyordum... Yapamadığım çok şey vardı... Ama sevdim seni... Sana mucizeler vaat etmedim... Ama sen, mucizenin ta kendisiydin... Ben de seni mucize aratmayacak kadar sevdim.....

KÜÇÜK MEKANLAR İÇİN HARİKA BİR ÇÖZÜM..

KÜÇÜK MEKANLAR İÇİN HARİKA BİR ÇÖZÜM..

Gençlere hitap eden tümleşik ilginç oda tasarımı.

Gençlere hitap eden tümleşik ilginç oda tasarımı.

Balkonda çiçek saksısı bulundurmanın akılcı çözümü..

Balkonda çiçek saksısı bulundurmanın akılcı çözümü..

BİR BABANIN OĞLUNA MEKTUBU

Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. "Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum" demiş. Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı "Olur" demiş çekine çekine. Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş, hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. "Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana" demiş oğluna. Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş... Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına. Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş. Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş. Sonra oğluna dönüp sormuş: "Ne görüyorsun?" Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. "Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler.." Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş: "Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler. Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar. Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler. Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu. "Asıl ders bu değil!" dedi baba. Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi. "Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak... İkisinde de bir tat yok " Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı. "İçmek istersin herhalde" dedi. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü. "Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur. Mis gibi, temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi... Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar."

BİRAZDA GÜLELİM :)

BİRAZDA GÜLELİM :)

SUSUYORUM ARTIK...

Ne keyifle okuduğum şiirler ezberimde, ne de bağıra çağıra söylediğim şarkıların sözleri. Dalgın gözlerle yürüdüğüm caddelerde kayboluyorum... Sonsuz bir inatla sarıldığım radyodan gelen o harika melodilerin de tadı yok? Peki ya o yağmurda iliklerime kadar ıslanmalarımı kim çaldı benden? Bilmiyorum! Susuyorum artık... Sustukça susuyorum. Sustukça, üzerime gelen insanlardan kurtarmak için ruhumu, suskunluğuma sarılıyorum. Ama yine de saplanıyor yüreğime bazı kelimeler. Bazıları da acıtıyor üstelik… Sessiz geceler benim için sığınılan bir liman sanki. Kendimi bulup bulup kaybettiğim karanlıkta, şöyle bir uğradığım kelime hazinem de bir anlam ifade etmiyor. Düşünüyorum da bu güne kadar hep; gibi yazmışım, gibi okumuşum, gibi söylemişim ve en önemlisi; gibi sevmişim... Elbette hiçbir şey, ben ol deyince olmaz. Bunu biliyorum ama zaman da geçiyor hızla. Tükenmez sandığım bütün sözler bitiyor ve ben de yavaş yavaş tükeniyorum... Onca yıldan sonra; hayata dair ne kaldı ki elimde? Kocaman bir hiç! Öyleyse neden bunca çaba, neye bunca isyan… Öyle anlamsızki yaşadığım hayat. Her şey az sonra gerçekleşecekmiş gibi duruyor, elimi uzatıyorum tutmak için, kayboluyor. Benim dışımda kopuyor bütün kıyametler ve ben kendime uyan bir kıyamet beğenmiyorum… Kalbime bir kurşun sıkacak gönüllü katilimi arıyorum ya da yüreğime su serpecek elin sahibini... Toprağa ateşi düşürecek, denizi yakamozlarla süsleyecek sesin sahibini… Artık basit şeyler bekliyorum yaşamdan. Örneğin, kimselerin bilmediği sırlarım olmalı ölürken... Kimselerin gitmediği sokaklarım olmalı... İçimi kanatan özlemlerle yaşlanıp, sonra da sessizce gitmeliyim bu dünyadan. İşte yine susuyorum; siyah bir geceye dönüyor her anım ve okuduğum her şiir kanatıyor yaralarımı. İçimdeki çocuk ölüyor... Yalancı gülümseyişlerle beni ciddiyete çağıran insanları da önemsemiyorum. Elimden kayıp gidenlerden korkmadığımı bilmiyor ki hiç biri…


Yalnızlık Macerası

Öyle yalnız kaldım ki hayatımda
Kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum
Çok zaman annemin dizlerine hasret
Koydum başımı kendi dizlerime
Doya doya ağladım
Paylaşırsa dost paylaşırmış
İnsanın derdini sevincini
Dost ümidiyle ortalığa düşmeye gör
Hangi kapıyı çalsan kimseler yok
Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar
Aşık mı olmadım taparcasına
Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben
Diz mi çektirmedim alemde
Kerem gibiFerhat gibi gürz mü sallamadım dağlara
Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin
O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum
Sabahları sokağa çıkmadan evvel
Cesaret şairim, cesaret
Kendi saçlarımı okşuyorum geceleri
Sevgilimin saçları niyetine.
Cahit Sıtkı Tarancı